Bugün Türkiye’de demokrasinin olmadığı, demokrasiyi kazanmak için mücadele gerekliliği hemen herkesçe kabul ediliyor. O kadar ki, faşizmin andaki uygulayıcısı AKP bile programında ve yer yer söyleminde “demokrasi eksikliği”ni kabul ediyor. Bu konuda atılacak adımlar olduğunu yer yer dile getiriyor! Egemenlerin muhalif partileri ise “demokrasi savunuculuğu” konusunda gayet iddialılar.
Burjuva Demokrasisi…
Burada tabii herkesin demokrasiden anladığı bir ve aynı değil. Biz karmaşaya yer vermemek için burada sözünü ettiğimiz demokrasinin, burjuvazinin egemenliği şartlarında bir demokrasi olduğunun altını çizmek istiyoruz. Yani burjuvazinin sınıf iktidarı, burjuvazinin diktatörlüğü şartlarında bir demokrasi sözünü ettiğimiz, burjuva demokrasisi. Emperyalizm çağında, sınıf olarak –gelişmiş kapitalist ülkelerde– devrimci barutunu çoktan tüketmiş olan bir sınıfın,“bütün çizgi boyunca gericileşmiş” olan “demokrasi”si. Bu tip bir demokrasinin radikal devrim sonucu gelmiş olduğu Fransa gibi “en ileri” ülkesinde bile faşist tedbirlerle, edimlerle iç içe olan gerici burjuva demokrasisi.
İdeal biçiminde nedir bunun temel özelliklerinden öne çıkanları?
*Devlet erkinin üç temel unsuru olan Yasama/Yürütme/ve Yargılama’nın birbirleri üzerinde kesin egemenlik kurmadığı, birbirlerini karşılıklı olarak dengeleyip, denetleyebildikleri bir yönetim sistemi. Bu son dönemde yürüyen tartışmalarda çokça ileri sürüldüğü gibi yalnızca parlamenter yönetim sisteminde değil, başkanlık yönetimi sisteminde de olabilir bir şeydir.
*Hukukun üstün olduğu, yasalar karşısında herkesin eşit olduğu bir sistem. Hukukun üstünlüğü, yürütmenin yasamaya egemen olduğu şartlarda mümkün değildir, fakat “yargı bürokrasisinin egemenliği”de değildir.
*Çok uluslu bir devlette, çoğunluğu oluşturan ulus dışındaki ulus ve azınlıkların ulusal haklarının, ulusun ayrılma hakkı da dahil, tanınması.
*Yöneticilerin serbest, tek dereceli, eşit oyla ve gizli-oy açık sayım ilkesi temelinde yapılan seçimlerle iş başına gelmesi, meşruiyetin temelinin seçimler olması.
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de bugüne dek böyle bir demokrasi bile yaşanmadı. Evet belli dönemlerde kimi burjuva demokratik hakların kırıntıları yaşandı ve yaşanıyor, fakat burjuvazinin ülkemizdeki iktidarının temel yönetim yöntemi hep açık terör olageldi. Demokratik sistem adına hep şu veya bu tonda ve yoğunlukta faşizmi yaşadık, yaşıyoruz. Toplumun genelinde burjuva demokrasisi bilinci değil, onun adına yaşadığımız faşizmin bilinci egemen. Ülkelerimizde egemen bilincin köşe taşlarını saldırgan-şoven milliyetçilik ve dincilik oluşturuyor. En sol ve en devrimci çevrelerde bile egemen faşist bilinç, söylem ve edimler şu veya bu ölçüde kendini gösterebiliyor. Hal bu olduğu için, demokrasinin –burjuva anlamda da olsa demokrasinin– kazanılması mücadelesi gerçekten de önümüzdeki en acil ve en temel görev olarak dayatıyor kendini.
Halk Demokrasisi ve Sosyalist Demokrasi…
Fakat, demokrasi yalnızca burjuva diktatörlüğünün yönetim biçimlerinden biri değil. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin devrimle parçalandığı, halk diktatörlüğünün kurulduğu şartlarda halk demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün gerçekleştirildiği şartlarda sosyalist demokrasi olarak yaşanan demokrasi de var. Bu demokrasinin burjuva demokrasisinden temel farkı, işçiler ve emekçiler açısından en geniş demokratik hakların, yalnızca kâğıt üzerinde varlığı değil, pratikte alttan üste doğrudan yaşanır, kullanılır olmasıdır. Devlet iktidarı doğrudan halkın, işçilerin, köylülerin, emekçilerin elindedir. Bundan dolayı, siyasi iktidar ve devlet kurumları işçilerin ve emekçilerin bu hakları kullanmasının önünde engel değil, tersine bunların sonuna kadar kullanılabilmesinin şartlarını yaratan araçlar konumundadır. Ve biz komünistler halk için, ezilen ve sömürülenler için gerçek demokrasinin ancak halkın ve proletaryanın kendi iktidarları şartlarında mümkün olduğunu bildiğimizden, demokrasi mücadelesinde de halkları öncelikle kendi sınıf iktidarları için mücadeleye çağırıyoruz. Bu mücadele için aydınlatma ve örgütleme çalışması yürütüyoruz. Komünistlerin ve tüm devrimcilerin demokrasi mücadelesi devrim mücadelesi olarak yürütülmek zorundadır. Burjuvazinin sınıf iktidarını devirme, halkın ve proletaryanın sınıfsal iktidarını kurma mücadelesi ne kadar güçlü olursa, burjuvazinin iktidarını korumak için belli tavizler vermek zorunda kalması, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi de o ölçüde mümkün olur.
Tabii diyalektik olarak bir başka şey de mümkündür: Burjuvazi sınıfsal iktidarını tehdit altında gördüğünde, burjuva demokrasisinden, açık faşizme yönelebilir. Bu işçi sınıfı ve emekçi yığınların sınıf mücadelesinin burjuvazinin iktidarını ciddi bir biçimde tehdit edecek güçte olması ve fakat henüz onu yıkacak güçte olmaması şartlarında olabilir ve örneğin 1920’li–1930’lu yıllarda Almanya, İtalya ve Japonya’da yaşanmış olan budur.
Bizim demokrasi mücadelesini öncelikle devrim mücadelesi, işçi sınıfının, emekçi halkın iktidar mücadelesi olarak yürütmemiz, hiçbir şekilde burjuva diktatörlüğü şartlarında burjuva demokratik hakların savunulması, bunların uygulanması ve genişletilmesi için reform talepleri için de mücadelenin engeli değildir. Biz komünistler burjuva demokrasisinde işçiler ve emekçiler için kâğıt üzerinde var olan hakların kullanılması için de en ön saflarda mücadele ederiz. Bunu iktidarın sınıf niteliği hakkında, burjuva demokrasisinin sınırları hakkında hayaller yaymadan, işçi ve emekçilere hep gerçekleri anlatarak yaparız. Demokratik reform mücadelesini, devrim mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline getirerek yürütürüz bu mücadeleyi. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de bugün bunun ne anlama geldiğine bakalım kısaca.
Demokrasi Mücadelesi “Hayır Cephesi”ni Koruma ve Genişletme Mücadelesi midir?
Şimdilerde Kuzey Kürdistan/Türkiye’de demokrasi mücadelesi ‘Sol’un büyük kesimi açısından 16 Nisan Referandum’undaki “Hayır Cephesi”ni koruma ve genişletme mücadelesi olarak görülüyor.
Bu yaklaşım bütünüyle yanlış, reformist ve bu görüşü savunan ‘Sol’un egemen sınıflar içindeki iktidar mücadelesinde bir kesimin kuyruğu haline gelmesi tavrını sürdüren bir yaklaşımdır.
16 Nisan Referandum’unda halka Olağanüstü Hâl şartlarında ve burjuva demokrasisinin kendi kuralları açısından da ele alındığında, demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan şartlarda, iki faşist anayasadan hangisini tercih ediyorsunuz sorusu soruldu. Bu oylamada verilen geçerli her Hayır oyu, objektif olarak, 1982 faşist anayasasının 16 Nisan 2017’ye kadar geçerli olan biçimiyle kalmasını savunmak anlamına geliyordu. Bu oylamada kullanılan her geçerli Evet oyu ise, objektif olarak 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana fiili olarak – ve yer yer geçerli anayasanın belli hükümleri yok sayılarak– uygulanan başkanlık sisteminin anayasal hale getirilmesine onay vermek anlamına geliyordu. Bırakalım devrimciliği, sosyalistliği, komünistliği bir yana, burjuva anlamda demokrasiyi savunan bir kişi bile, eğer bu savunusunda ciddi ise, faşizmin biçimleri arasında tercih olarak önüne sürülen bu referandum sahtekârlığına hayır derdi, demek zorunda idi. Fakat ne yazık ki, biz Bolşevikler, birkaç küçük anarşist grup ve TKP (ML) MK adına tavır takınanlar dışında boykotu savunan ve uygulayan olmadı. Nerden geliyor bu? Neden kaynaklanıyor? Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimci ‘Sol’un büyük kesimi de gelinen yerde, demokrasi umudunu egemen sınıflar içindeki iktidar dalaşında, egemen sınıf temsilcilerinin demokrasiyi savunur olarak gördükleri kesiminin “mücadelesine” bağlamış durumdadır. Kendini onun eklentisi, kuyruğu haline getirmiştir. Lafta çok radikal devrimci laflar edilse, mücadele biçimleri açısından çok radikal görünüşlü biçimler öne alınsa bile, pratik siyasette izlenen çizgi reformisttir, düzen sınırları dışına çıkan bir perspektif yoktur. Öyle ki gelinen yerde umutlar pratikte yer yer AKP’nin içindeki “muhalifler”e bağlanmaya kadar varmıştır.
Somut olarak bugün içine devrimci sol grupların büyük çoğunluğunun da yer aldığı ‘Sol’un demokrasi ve hatta devrim mücadelesinden anladığı şey anda faşizmin uygulayıcısı olan AKP/Erdoğan yönetimini nasıl olursa olsun devirme mücadelesidir. Sonrasına deyim yerinde ise sonra bakılır. Önce AKP/Erdoğan, hatta AKP de değil, Erdoğan iktidarı devrilmelidir. Türkiye’ye demokrasi ve özgürlüğün gelmesinin yolu budur.
İlginç olan “demokrasi” mücadelesinin böyle darlaştırılması siyasetinin egemen sınıfların anti Tayyipçi kesiminin orijinal siyaseti olduğu gerçeğidir. Bu siyaset aynı zamanda Erdoğan’ın kontrol dışına çıkmış olmasından rahatsız emperyalist güçlerin de siyasetidir. Bu siyaset temelinde, güya Türkiye’de insan hakları, demokrasi vs. isteyen emperyalist AB’den, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de AKP iktidarının egemen sınıflar içindeki “ana muhalefet” alternatifi olan CHP’ye, silahlı mücadele yürüten PKK’ye, MHP’nin anti Tayyip’çi bir bölümüne, Saadet Partisi’ne ,Vatan Partisi’ne, emperyalistlerin koruyuculuğundaki Gülencilere,”K”P’ye, Haziran Hareketi’ne, kendine ML ve Maoist diyen bir dizi küçük devrimci gruba vs. uzanan geniş bir cephe çıkmaktadır ortaya. Bu cephenin asgari müştereği gerçekte demokrasi değil, Tayyip düşmanlığıdır. Bundan – burjuva anlamda bile– demokrasi çıkmaz. Başarılı olması halinde, bu cephenin mücadelesinden çıksa çıksa egemen sınıfların başka bir partisinin önderliğinde bir faşizm, belki bir askeri darbe, belki bir iç savaş çıkar.
Bu cephe 16 Nisan Anayasa Değişikliği Referandum’unda “Hayır Cephesi” olarak çıktı ortaya. Sonuçta fark açık olmasa da AKP/Erdoğan istediğini aldı. Türkiye’de yönetim sistemini değiştiren, başkanlık sistemine resmen geçmeyi öngören anayasa değişiklikleri Referandum’da geçerli oy kullananların çoğunluğu tarafından onaylandı. Referandum sonrasında “Hayır Cephesi” seçimlerin gerçek galibinin “Hayır Cephesi” olduğunu, eşitsiz şartlarda ve oyunun kuralları oyun sürerken değiştirilen referandum sonuçlarını tanımadıklarını, gayrı meşru gördüklerini ilan etti. “Hayır Bitmedi, Mücadele Sürüyor” şiarı altında cephe sürdürülmeye çalışılıyor. Devrimci sol güçlerin büyük bölümü de bu cephenin en aktif unsuru olarak, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de demokrasi ve özgürlüğün “Hayır Cephesi’nin korunması ve güçlendirilmesi” ile kazanılacağı masallarına kendini ve halkı ikna etmeye çalışıyor. Yapılan devrimci enerjinin çarçur edilmesi, halkın kandırılmasından başka bir şey değildir.
Hayır Cephesi Değil, Demokrasi İçin Mücadele Cephesi!
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de AKP/Erdoğan yönetiminden rahatsız olan batılı emperyalist güçlerle, Vatan Partisi gibi Turancı-faşist partilerle, CHP gibi Kemalist faşist partilerle, Saadet Partisi gibi başkanı Sivas katliamının baş sorumlularından biri olan parti ile, MHP’nin Gülenci kesimi ile, Gülencilerle birlikte, el ele demokrasi mücadelesi olmaz! Kendileri demokrat olmayanların demokrasi adına mücadelesi sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Devrimci sol, eğer gerçekten demokrat ve devrimci ise, bu “Hayır Cephe”sinin sahte demokrat unsurlarını teşhir etme, onlardan kendini kesin çizgilerle ayırma, gerçekte “Tayyip’e Hayır” cephesinden kendini kurtararak, gerçek anlamda bir “demokrasi cephesi”nin yaratılmasına yönelmek zorundadır.
Böyle bir demokrasi cephesinin anayasa konusunda temel talebi, 1982 faşist anayasasının ve bu anayasaya dayalı tüm kurumların bütünüyle tasfiyesi, yeni demokratik bir anayasa olmak zorundadır.
Çok uluslu T.C. de, Türk ulusunun egemenliğine dayalı hiçbir anayasa demokratik değildir.
Çok uluslu T.C. de, etnik parçalı büyük bir coğrafyayı tek merkezden yönetmeyi temel alan, merkezci bir anayasa; tekçi “Tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet” anayasası demokratik değildir. Bireysel demokratik hakları merkeze koymayan bir anayasa demokratik değildir.
“Demokrasi cephesi” demokrasi konusunda asgari müşterekleri temel alan güçlerin oluşturduğu bir cephe olmalıdır. Asgari müşterek “Anti Tayyip”cilik değil burjuva demokrasisidir. Tayyip iktidarı anda öne çıkan güç olsa da, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de demokrasi mücadelesinin hedeflerinden yalnızca biridir.
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de bunu kavramayan bir demokrasi mücadelesi, pratikte, faşizmin biçimlerinden biri için mücadele sınırları dışına çıkmaz, çıkamaz!
Denilebilir ki, söyledikleriniz iyi, güzel de, gerçek bir demokrasi programı ile bugünkü şartlarda Kuzey Kürdistan/Türkiye toplumunda çoğunluğu sağlamak, çoğunluğun desteğini almak mümkün değildir. Böyle bir itiraz gerçekçi bir durum değerlendirmesidir.
Her ne kadar devrimci gruplar bu görüşte değillerse de, onların çoğuna göre, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimci durum varsa, halklarımız aslında devrime hazırsa da, gerçek durum Kuzey Kürdistan/Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu anda devrimci düşünceler temelinde örgütlenmeye ve harekete hazır değildir.
Peki ama devrimciler açısından bundan çıkarılacak sonuç nedir, ne olmalıdır?
Devrimci grupların büyük çoğunluğu, bundan tüm radikal laflara rağmen, egemenlerin bir bölümünün kuyruğuna takılma anlamına gelen siyasi sonuçlar çıkarıyor. “Demokrasi için Hayır cephesini koruma ve genişletme” böyle bir siyasettir. Taktik adına yürütülen böyle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi, kuyrukçu bir siyasetle, “Sol” Kuzey Kürdistan/Türkiye’de yalnızca bugün değil hiçbir zaman gerçek bir alternatif olamaz!
Bu durumdan devrimci güçlerin çıkarması gereken sonuç şudur: Egemenlerin arasındaki iktidar dalaşanın parçası olmayı ret ederek, kendi demokrat devrimci programı ile halkın karşısına çıkmak, sahte demokrasi cephesinden kendini ayırarak, gerçek bir demokrasi cephesinin inşasına bugünden başlamak. Evet bugün böyle bir program çoğunluğun desteğini almaz. Fakat uzun vadede devrimci sol burjuva iktidarının karşısında halk iktidarının yaratılmasının yolunu açan güç olmak istiyorsa, bugün yapması gereken budur.
Bu anlayışla
Bütün devrimci güçlere çağrımızdır:
Ne idügü belirsiz “Hayır Cephesi”ni korumak, geliştirmek, büyütmek sevdasından vaz geçin!
Emperyalizm yanlısı, açık faşist ve gerici güçlerle ittifak arama siyasetinden vaz geçin!
Gelin gerçek anlamda bir “Demokrasi Cephesi”ni inşa edelim!
Bugünkü yalnızlık, yarın doğru temelde çokluğun ön şartıdır!
Yoldaşlar,
Son Referandum sırasında, bütünü ile doğru olan boykot siyasetimizle devrimci sol çevrede oldukça yalnız kaldık. Hayır tavırlarıyla CHP, MHP’nin bir bölümü, SP vb. ile, hayırcı emperyalist güçlerle birlikte daha doğrusu onların kuyruğunda hareket etmeyi içlerine sindirenler, bizim boykot tavrımızla “Hayır” cephesini zayıflattığımız, böylece AKP/Erdoğan’a yardımcı olduğumuz vb. suçlamalarını getirdiler. Bu gibi suçlamalar, egemenlerin dayattığı siyasete kuyruk olmayı yüksek siyaset, akıllı taktik vb. olarak gören, egemenlerin çizdiği siyaset sınırları dışına çıkmayı düşünmeyecek kadar dar görüşlü olan tavırlardır. Bu somutta bir kez daha gördük ki, kimi zaman yalnızlığı göze almadan gerçek anlamda doğruyu savunmak mümkün değildir. Doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulmayı göze almak zorundadır. Biz komünistler 10. köyün insanları olmayı bilmeli, doğruları savunmaktan bir an bile vaz geçmemeli, bu konuda taviz vermemeliyiz. Bize ne olursa olsun çoğunluk değil, doğru, devrimci temelde çoğunluk gereklidir. Bunun yolu ise, devrimci olmayan dönemlerde yalnızlığı göze almaktır.
Haziran 2017
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen